Bu bayram; genç yaşlı, çoluk çocuk demeden “Ya istiklâl, ya ölüm!” diyen bir neslin yaktığı meşale ışığında kutladığımız bir bayramdır.
Meşalede gördüğümüz her kırmızı onların vatanı için kanı pahasına duyduğu aşkı hatırlatır, duyduğumuz her çıtırtı bizlerin mutluluğuna duyduğu sevinci fısıldar.
O meşaleyi tutan genç de; onların yüceliğinin, fedakârlığının, aşkının farkında; aynı bilinçle, vatan aşkıyla, bayrak sevdasıyla, istiklal ülküsüyle başı üstünde taşır onu ve hiç durmadan istikbale koşar.Onlar yorulmayı bilmezler, Çünkü onlar Ata’sına ant içmiştir.
Ataları 1937 de, Ankara’da öğrenimde bulunan Bursalı gençlerin düzenledikleri Uludağ gecesinde onlara şöyle seslenmiştir.( Cumhuriyet, 1.04.1937)
“Arkadaşlar!
Bu gece buradaki toplantımızı ve benim hakkımdaki derin duygularınızı Celâl Bayar çok güzel ve canlı bir anlatımla bana bildirdi. Bu sırada dedi ki: “Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz.” İşte ben özellikle bu sözden çok duygulandım.
Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman bile durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her yaratılmış için doğal bir durumdur. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlâtları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz. Ben bu akşam buraya yalnız bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği amaca, bizim yüksek idealimize, durmadan yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle mutlu olacağız. Şimdi çocuklar eğleniniz.
(Bundan sonra gençler “Dağ Başını Duman Almış” marşını söylediler. Bunun üzerine Atatürk eski bir anısını anlattı.)
Arkadaşlar!
Ben 1919 senesi mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben, bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Samsun’dan Anadolu içlerine kırık bir otomobille gidiyordum. Yanımda öteden beri yardımcılığımı yapan Salih ve Cevat Abbas’tan biri bulunuyordu. O kırık otomobil Anadolu yollarında ilerlerken ben daima düşünür ve yardımcıma şimdi sizin şakıdığınız şarkıyı söyletirdim. Ben, Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hareket ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu sanki gözlerimle görüyordum. O şarkıyı okutup tekrar ettirmekten amacım Türk’ün bu güneşi doğunca başarılı olacağını anlatmaktır. Bu sebepledir ki, demin söylenen şarkı benim on sekiz senelik bir anımı tazeledi. Bu şarkıyı söyletmeye önayak olan genç bayana teşekkür ederim.”
Ata’m boşa konuşmazdı, Atam, doğruları söylemekten çekinmeyen açık sözlü ve ileri görüşlü bir insandı. Bütün çalışmalarını geleceğe yönelik yaptı. Çünkü Türk gençliğine güveniyordu. Her ne pahasına olursa olsun açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürümeye ant içmiş bir gençlik duruyordu önünde. Bu yüzden Türk ufuklarında o güneşin asla batmayacağına ilelebet payidar kalacağına emindi.
İçimize, sizin zamanınızda da olduğu gibi bazı nifak tohumları ekilse de biz, güveninizi boşa çıkarmayacağız Ata’m; “Türküz, doğruyuz, çalışkanız, ülkümüz: yükselmek, ileri gitmektir. Varlığımız Türk varlığına armağan olsun.
“Ne mutlu Türküm diyene!”
Bu makale 911 defa okunmuştur.