Birbirini çok seven kız ve delikanlı bir salkım söğüt ağacının gölgesine oturup derin bir sohbete başlarlar. Öyle ki zamanı unuturlar ve gelecek hayalleri kururlar. Ancak bir süre sonra hava bozmaya başlar ve ufuk grileşir, şiddetli bir yağmur başlayacaktır. Söğüt ağaçları o zamanlar dalları gökyüzüne doğru yükseldiği için gençlere seslerini duyuramaz. Rüzgar bir süre sonra daha da şiddetlenir, yağmur yağmaya başlar. Ancak iki genç birbirlerinin bakmaktan gelen tehlikenin farkına varmazlar. Irmağın seviyesi yükselir. Gençler öylesine aşk doludurlar ki, artan şiddet hissedemezler. Tüm söğüt ağaçları gençleri uyarmayı başaramazlar. Neredeyse yerle gök birleşir, sele dönüşür. Delikanlı birden kendine gelir ve söğüt ağacına yaslanır. Ancak sevgilisinin sulara kapılıp gittiğini görünce dayanamaz ve kendini suya bırakır, kızı yakalar ancak sel o kadar şiddetlidir ki, gençlerin selin içinde yine birbirlerini kaybeder. Söğüt ağaçları bir şeyler yapamamanın acısını ve gerilimini yaşarken içlerinden biri bizim dallarımız ne işe yarar diye bağırır. Delikanlı sevgilisini elinden kaçırmanın kahrıyla yukarı bakar ve gökyüzünden yardım ister. Bunun üzerine tüm söğüt ağaçları dallarını hızla yere eğerler ve bu dallar binlerce tutamak haline gelir. Gençler bu dallara tutunurlar ve hayatta kalırlar.
Değerli yazarlarımızdan Sayın Mustafa Balbay’ın Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan “Salkım Söğüt” isimli kitabını zevkle okudum. Ayrıca öyküdeki bu iki gencin arı duru, derin sevdalarına da yakından tanık olmuşçasına da ayrıca duygulandım. Bu duygulanmanın nedeniyse geçmişte yaşadığım hoş bir anımı bana tekrar hatırlatmış olmasıydı.
Yıl 1975, o yıl ilk torunumu kucağıma almış ve onun anısına da oturmakta olduğumuz apartmanın bahçe duvarının yanı başına da torunum gibi minik bir söğüt fidanı dikmiştim. Sevgili torunumla birlikte bu minik fidan da yaşama sıkıca tutundular. İkinci torunumu kucağıma aldığımda ilk torunum 3 yaşında, diktiğim söğüt fidanı ise dalları yerlere süzülen zarif bir salkım söğüt ağacı olmuştu. O yaz yuvalarına zahire taşıyan karıncalarda bir telaş bir telaş.. Göçmen kuşlarsa her zamankinden önce göçe başladılar. Belli ki bu yıl kış erken gelip çetin geçecek. Gerçekten de öyle oldu, kış erken bastırdı. Kömür ve fuel oil sıkıntısı hat safhada. Kalorifer petekleri soğuk, voltaj düşük, elektrikler bir geliyor bir gidiyor ancak bir tek salonu ısıtıyoruz. O nedenle bebeğin beşiğini de salona getirdik.
O yıllar 1970-1980 arası ülkemizde yine derin bir siyasi kaos yaşanmaktaydı. A. Ayrancı, cadde üstünde bir apartmanın giriş katında oturuyoruz. Günler kısa, hava erken kararıyor. Sokak lambalarının loş ışığında okul çıkışı öğrencilerin iş dönüşü memurların bir an önce evlerine dönüşlerini bende camdan endişeyle izliyordum ki söğüt ağacının dallarını kendilerine siper eden iki gence gözüm takıldı. Bir süre sonra üniversite talebesi olduğunu tahmin ettiği bu gençler kendilerine benim söğüt ağacımın o ince dallarını mekân eder oldular. Belli ki delikanlı bu güzel genç kızı evinin yakınına kadar getiriyorsa da daha ileriye gidemiyordu. Nedeniyse kızın ailesi benim söğüdün biraz ilerisinde oturmasıydı. Belli ki delikanlı genç kızı, kız onu seviyordu. İyi hoşta bu kışta kıyamette kitapları kucaklarında ayak üstünde bu kadar uzun süre ne bulur da ne konuşurlardı. Ayrılırlarken vedalaşmaları dahi bir hayli uzun sürerdi. O yıl Ankara’da kış çetin geçiyor, termometre eksi 15’leri gösteriyor. Salonda torunumun beşiğini sallarken gözüm söğütün yanındaki titreyen kıza takıldı. Belli ki kız çok üşüyor, delikanlı biraz olsun ısıtmak amacıyla avuçlarının içine almış ovuşturuyor. Bu duygusal sahnenin kutsallığını bozmak istemesem de genç kızın soğuktan üşüyüp titremesine içim daha fazla dayanmadı. Camı açıp gençleri evime davet ederek onların kalplerindeki derin sevginin sıcaklığını bedenlerinde de hissetmelerinin mutluluğunu yaşadım.
Değerli okurlarımın yeni yıllarını kutlar, 2021’de her şeyin gönüllerince gerçekleşmesini dilerim.